Parçalanmış Görünüm Alanları
Hakan Topal’ın “Canlıların Geçici Meclisi” sergisi ile düşünmek
Dr. Gurur Ertem
Benim Bedenim, Senin Bedenin, Dünyanın Bedeni
Toprak.Su.Kül. II (2022) videosunda, bir drone çekimiyle elde edilen kuş bakışı görünümü takip ederek sabit hız ve irtifada yol alıyoruz. Aşağıdaki topoğrafya yeryüzü mü yoksa kavrulmuş ve yaralanmış bir ten mi? Sonra bir grup erkek, kadın ve çocukla karşılaşıyoruz, bazıları ayakta, diğerleri beyaz plastik sandalyelere oturmuş, ellerinde el yapımı pankartlar: “Ayıyı öp, yeşili koru.” Bir zamanlar aynı topraklarda yaşamış olanların hayal ettiği efsanevi yaratıklara benziyorlar. Yüzlerini kapatan tıbbi maskeler onların çağdaşlarımız olduğunu ortaya koyuyor. Arka plandaki kızılçam, insan başlı bir ata tanıklık etmiş olabilir mi? Yaprakları usulca tarayan rüzgâr ve kamp ateşinden yükselen duman halkaları olmasaydı, bu görüntünün bir fotoğraf olduğunu düşünebilirdim. Sanki nefes alan, durağandan da durağan bir görüntüye bakıyormuşum gibi.
Antropolog Michael Taussig, New York Zuccotti Park’taki 2011 Occupy Wall Street protesto hareketiyle ilgili saha notlarında, bedenlerin uzantıları gibi görünen pankartları tutan birçok insanın heykelsiliğinden özellikle etkilendiğini yazıyor. Taussig, pankartı taşıyan insanların fotoğrafçılara poz verdiklerinde “durağandan da durağan” olduğunu fark etmiş. Daha doğrusu “heykelsi durağanlığın…sebebinin…pankarta fotoğrafçılar için poz verdirmek olduğunu anlıyorum. Aklıma Adorno’nun muhteşem tespiti geliyor: “Benjamin’in üslubunun sırrı, şeylerin büyüsünü bozabilmek için şey olma ihtiyacındandır.”1 Benzer bir sihir, Türkiye’nin güneybatısındaki İkizköy halkının, bölgedeki son orman parçasını boğması kaçınılmaz linyit madeninin genişletilmesini protesto etmek için Temmuz 2021’de başlayan direnişini gösteren videoda ortaya çıkıyor.
“Bir ağaç daha eksilmeyeceğiz.” İkizköy eylemcisinin pankartında yazılı bu sözler, sanki ağaçlar için nöbet tutmak yerine kendilerini ağaç yerine koydukları hissini veriyor. Taussig, gezegensel ve politik çöküş çağında mimesis kapasitemizin dikkate değer ölçüde arttığını gözlemliyor. Varoluşsal tehdit, neyi gözden kaçırdığımızın farkına varmamızı sağladı ve artık “hayvan benliklerimizi, bitki benliklerimizi ve böcek benliklerimizi hissetmeye başladık.”2 Taussig, mimetik yetideki bu artışı, dünyaya karşı tahakkümsüz, etik bir duruş olarak “usta olmamanın ustalığı” için bir fırsat olarak görüyor.
Durağandan da durağan
Ölü Doğa, 2012-16
28 Aralık 2011’de Roboski’de Türk Hava Kuvvetleri, Irak-Türkiye sınırı yakınlarında benzin ve sigara kaçakçılığı gibi rutin faaliyetler içindeki bir grup Kürt sivili bombalayarak 34 kişiyi öldürdü. Çoğu Encü ailesinden gençlerdi. Türk Hava Kuvvetleri’nden yapılan açıklamaya göre grubun PKK üyelerinden oluştuğu sanılmıştı.
Hakan Topal’ın ürettiği Roboski ailelerinin nefes alan video portrelerinde, yaşayanlar ve yaşamayanlar tarih içinde yer alırken zaman kıpırdamadan duruyor. Anneler, benliklerinin kutsal uzantıları gibi görünen, ölenlere ait ama kalanlardan daha canlı ve hazır bulunan fotoğrafları taşıyor. Nefesimizi tutarak adalet taleplerine tanıklık ediyor ve yokluğunun yarattığı boşluğa bakıyoruz.
Devletlerin yasal korumasıyla desteklenen ordular, hesap verebilirlik ve adalet meselelerini çözümsüz kılan karmaşık bir dizi kurum ve aktör aracılığıyla, posthümanist bir “imtiyaz aygıtı” yarattılar. İnsan yerine veri kümelerinden ibaret, eşikte, sınır geçen özneler üreten bir operasyonel teknoloji ve güç olarak işlev görüyorlar. Askerî avukatlar ve diğer devlet organları, insansız hava araçları tarafından kasıtsız olarak öldürülen insanları sınıflandırmak ve kayıpları gerekçelendirmek için “sivil zayiat” gibi yeni yasal kategoriler üretiyor. Ölü Doğa, hukuk ve etik arasındaki çatışmanın altını çiziyor ve çok önemli sorular soruyor: Şiddetin etiği olabilir mi? Şiddetin yasal olarak gerekçelendirilmesi onu etik kılıyor mu? Her şeye rağmen ısrarla devam eden adalet talebini nasıl anlamlandırabiliriz?
Hayırseverliğin Ataerkil Performansları
Altın Kafes, 2022
Eski Mısırlılar, insan olmayan hayvanların, tanrıların dünya üzerinde vücut bulmuş hâli olduğunu düşünürlerdi. Kutsal aynak (ibis) kuşuna, evreni koruma, ölüleri yargılama, büyü, yazı ve bilimi düzenlemeden sorumlu tanrı Thoth adıyla tapıyorlardı. Kuşun kendisi gibi, canlandırdığı hikâyeler ve kültürler de her yöne göç etti. Aynak başlı bir adam olarak temsil edilen Thoth, Akdeniz’in diğer tarafında tanrıların kanat miğferli habercisi ve hilekârlık tanrısı olarak Yunan tanrısı Hermes’e dönüştü.
Doğa tarafından yeni baştan büyülenmeye ve usta olmama sanatında ustalaşmaya bir geçiş olarak Taussig bizi kuşun kanadı ile bir uçak arasındaki mimesis üzerine düşünmeye davet ediyor ve soruyor: “Bu kadar cin fikirli, basit bir kesitin sizi yerden nasıl kaldırabildiğini hiç merak etmediniz mi?” “Ama kuşun kanadı” ve onun ilham verdiği kültürler, “medeniyete bir armağansa, kuş bunun karşılığında ne alır?”3 Kapatılma mı?
Yüzlerce türün varlığını tehdit eden de aynı egemen güçtür. Bir madenin genişletilmesine izin vererek İkizköy’deki köylüleri kendi topraklarında sürgün durumuna düşürmesiyle, Birecik’te kuzey kelaynaklarını hapsetme yoluyla “koruma”yı amaçlayan tuhaf hayırseverlik gösterisi, Topal’ın Altın Kafes işinde somutlaşır. Duvarları inşa eden de aynı devlet. Sınırları geçen bedenlere, bedensiz imha silahları tarafından temizlenecek veri yığınları olarak muamele ediyor, aslında göçmen olan bir kuş üzerinden toprak iddiasını dayatıyor. Görünümler ve diller çokluğu içindeki karmaşık bir coğrafyada, başka bir seçici değer dağılımına tanık oluyoruz. Süregiden savaşların birbiriyle ilişkili süreçlerinin, kapitalizmin ekstraktif (kazıp çıkarmaya dayalı) mantığının ve çevresel çöküşün “sivil zaiyatı” sadece insanlar değil. Kuzey kelaynak kuşu göç yolu boyunca kullanılan pestisitler nedeniyle zaten nesli tükenmekte olan bir türdü. Palmira DAEŞ’in eline geçince tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı ve Birecik Kelaynak Üretme İstasyonu kuşları serbest bırakmama kararı aldı. Mülteci kamplarının ataerkil gücü ve “unutulmuşluk çukurları” burada kelaynakları korumak adına yeniden üretiliyor. Güvencesizlik ve savunmasızlığı sona erdirmek kuşkusuz memnuniyet verici, ancak koruma adına hapsetme yetkilerinin genişletilmesi, şiddetin yapısal biçimlerine ve belirli insan ve insan-ötesi nüfusları yaşanamazlığa iten ekonomiye de işaret etmiyor mu?
Görünme Arzusu
Sergideki üç yapıt da kapitalist birikim, militarizm ve teknobilim ittifaklarının hızlandırdığı, dünya ve yeryüzüne derin yabancılaşmaya işaret ediyor. Birçok nüanslı ve zor soruyu ortaya koyuyorlar. Yine de, hareketsizden daha hareketsiz özneler ve görüntüler, görülme, fark edilme ve hakkında konuşulma iddiasında ısrar ediyor. Bunu, “görünme hakkının” eşitsiz dağılımının hüküm sürdüğü bir bağlamda yapıyorlar.
Görünüm fikri, Hannah Arendt’in politik düşüncesinin çok önemli bir yönü olmuştur. Arendt için görünüm, dünyanın temel bir özelliğidir. Zihnin Yaşamı’nın birinci cildinin başında yazdığı gibi, “…dünya hepsinin ortak özelliği görünmek olan dolayısıyla da uygun duyu organları bahşedilmiş varlıklar tarafından algılanması, yani görülmesi, duyulması, dokunulması, tadılması ve koklanması gereken, doğal ve yapay, canlı ve ölü, geçici ve kalıcı pek çok şey barındırır…Hiçlikten gelip girdiğimiz, oradan da hiçliğe gittiğimiz bu dünyada, Varlık ve Görünüm örtüşür.”4
Arendt, insanların “kendini sergileme dürtüsüne”, “görünme arzusuna”; “aktörlerin kendileri için hazırlanan sahneye çıktıkları gibi arz-ı endam” etme arzusuna sahip olduklarına dair ontolojik bir iddiada bulunur. Ve bu görünme arzusu ancak başkalarının huzurunda gerçekleştirilebilir, dolayısıyla kamusal bir dünyanın varlığına ve niteliğine bağlıdır. Arendt, bizim için gerçekliği oluşturan şeyin, “kamu içinde” “kendimiz kadar başkaları tarafından da görülmek ve duyulmak”5 olduğunu yazar. Bu “ortak dünya”, “nesiller boyunca, yalnızca kamuda göründüğü ölçüde varlığını sürdürebilir.”6
Bu anlayışa göre “kamu” ortaklaşmaya, kurulabilen ve desteklenebilen kırılgan bir alana atıfta bulunur. Ya da kitle toplumu, kapitalizm, tüketimcilik ve modern bilimin yükselişinde olduğu gibi kaybolabilir. Kamusal alanın gerçekliği, çok sayıda bakış açısının eş zamanlı mevcudiyetine dayanır. Arendt’in uyum içinde hareket eden insan çoğulluğu açısından siyaset tanımı, açıkça, eylemin kırılganlığına ve olumsallığına karşı bir “örgütlü hatırlama mekânı” olarak antik polis fikrine göre şekillenmiştir. “Tezahür sahası, insanların birlikte konuştukları ve eyledikleri her yerde ortaya çıkar; bu nedenle kamu alanının biçimsel kuruluşunu ve çeşitli yönetim biçimlerini, yani kamu alanının örgütlenmesini mümkün kılan çeşitli biçimleri önceler.”7 Görünüm alanının, icra edilmenin ötesinde, ne garanti altına alınabileceğini ne de korunabileceğini ima eder.
Arendt için siyasi arena hakiki “tezahür sahalarının ortaya çıktığı” yerdir.8 Kişi ancak bu alanda kendi görünümüne ulaşır, kendini gerçekleştirir. Kişi ancak çoğulluğun insani koşulunda temellenen bu “tezahür sahası”nda kendi gerçekliğini, kimliğini ve çevresindeki dünyayı kurabilir. Dolayısıyla siyasal alandan yoksun olmak, gerçeklikten yoksun kalmaktır. Görünüm alanı, etkileşim halindeki çoğul cisimler bir araya geldiğinde ortaya çıkan uzamdır. Bu, karşılıklı maruz kalmanın ilişkisel sahasıdır. Arendt, Tukidides’in ünlü bir cümlesini aktarır: “Nereye gidersen git polis’i de yanında götüreceksin” siyaset alanının nerede olurlarsa olsunlar insanlar arasında bulunduğunu iddia eder.9 Kesintili ve olumsaldır: İnsanlar bir araya geldiği sürece var olur, ancak dağıldıklarında kaybolur.
Occupy Hareketi, Arap Baharları, Indignados ve Gezi Ayaklanması’nın ardından Judith Butler, Arendt’in “tezahür sahası” kavramını çoğul bedensel performanslar açısından yeniden düşünmek üzere tekrar ele aldı. Butler, bu bedensel performansların Ölü Doğa’da olduğu gibi konuşma, sessizlik ve jest gerektirebileceğini de vurguluyor. Ayrıca Butler’ın da belirttiği gibi, mevcut toplumsal hareketlerde ve direnişlerde mücadele, tam da Toprak.Su.Kül’de tanık olduğumuz gibi, tezahür olanakları, yani siyasi platformlar, sokaklar, parklar, meydanlar ve toplanma hakkı içindir. Görünme hakkı, Arendt’in “insan hakları” fikrini eleştirmek için geliştirdiği “haklara sahip olma hakkı” kavramıyla ilgilidir. Arendt’e göre “hak sahibi olma hakkı” yemek, barınma veya korunma hakkı değil, hareket etme, konuşma ve siyasi bir topluluğun üyesi olma hakkıdır. Dikkate alınma ve önem taşıyan şekillerde tezahür etmektir.
Poiesis ve Dünya Sevgisi Olarak Sanatsal Araştırma
Topal’ın araştırma sürecine yaklaşımına, tezahür alanına bir şey yaratmaya, ortaya çıkarma, örtüsünü açma tavrına, yani poiesis’e dikkat çekerek bitirmek istiyorum. Bu, araçsalcı mantıkla sonuca ulaşmak için bir yol olarak techné, “yapmak” veya “imal etmek” değildir.10 Sanatsal ve sosyal bilimsel araştırmaları birbirinden ayırmaksızın, her iki alanda da iki tür araştırmacı vardır. Bir tür araştırmacı, insanlara ve diğer varlıklara ham veri olarak yaklaşırken, laboratuvar bilimcisini kendine örnek alır. Sonuçları az çok belli olan hibelere başvurur. Beklenen etki, daha sahaya çıkmadan önce dikkatlice belirlenir. Bu tür bir araştırmacıyı teknisyen olarak isimlendirebilirim. Diğer tür araştırmacı ise, alana yeni baştan giriş yapan biri gibidir. Dinamik, öngörülemeyen bir değiş tokuş ve eylem alanında sonuçları ortaya çıkmalarından önce tahmin edemez. Rasyonel bir açıklamaya ya da sıkıcı bir rapora indirgenemeyecek bireysel anlatılar, benzersiz hikâyeler ve görüntülerle ilgilenir. Tanıklık, kişinin tam olarak kavrayamadıklarına dikkat kesilmesini zorunlu kılsa da, araştırmacının arzusunun özünde tanıklık etmek vardır. Bu araştırmacı, “bize vahiy yolculuğunda rehberlik eden bir şaman gibidir”.11 Şiirsel araştırma tarzı, veri toplamayla değil, dinleme, karşılıklı öğrenme, konuşma ve ilişki kurmayla ilgilidir. Seyirci olmayı değil, bir özneler topluluğunun “yanında durmayı” içerir. İster insani bir özne, ister insan ötesi varlıklar olsun, bir meslektaş olarak tasavvur edilen özneye özen gösterilmesini gerektirir. Topal yıllardır, örneğin Roboski aileleriyle ya da ekstraktif kuvvetlerin yayılmasına direnen köylülerle, bir ilişki kurma süreci yürütmüştür. Ekolojik yönelimli sanat, ana akım sanatsal alanı işgal etmeye başlamadan çok önce, Topal Mahrum ve Boş: Akropolden Manzara, 2006 (xurban_kolektif) projesinde yer, toprak ve kimliğin önemine dikkat çekmeye başlamıştı. Anadolu-Mezopotamya bölgesindeki karmaşık temalara, insanlara ve mekânlara bağlılığından kopmadı. Bu tür bir araştırma, ikna edici biçimlerde ortaya çıkarmayı içeren zanaat de dahil olmak üzere, usta olmamanın ustalığıdır. Dehşeti güzelleştirmek ya da adaletsizliği mazur göstermek anlamına gelmez. Bu bir amor mundi; yani korkunçlukları ve karmaşıklıklarına rağmen, dünyadan çekilmek yerine ona bağlı olmanın ne anlama geldiğini düşünmek gibi zorlu bir görev olarak dünyayı sevme biçimidir.12 Cevaplamamız her daim mümkün olmayabilecek sorular hakkında eleştirel düşünmeye istek duymaktır.
* Dr. Gurur Ertem, sosyolog, dansçı, dans/performans çalışmaları uzmanı ve Berlin Free University’de Humboldt doktora sonrası araştırma görevlisidir.
1 Michael Taussig. “O Kadar Kızgınım ki Pankart Yazdım,” İşgal Et:İtaatsizlik Üzerine Üç Tez, çev. Elif Ersavcı, Kolektif Kitap, 2013, s. 47-48.
2 Michael Taussig, Mastery of Non-Mastery, Chicago: University of Chicago Press, 2020, s. 61.
3 A.g.e., s. 5-6.
4 Hannah Arendt, Zihnin Yaşamı, çev: İsmail Ilgar, İletişim Yayınları, 2018, s. 37.
5 A.g.e, s. 40, 48-49.
6 Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, 2021, s. 81.
7 A.g.e., 273.
8 A.g.e., 273.
9 A.g.e., 272.
10 Burada Martin Heidegger’in physis, techne ve poiesis arasında yaptığı ayrımdan yola çıkıyorum. Heidegger, modern bilim çağında, nesneleri Gegenstand (faillik ve öznellik taşıyan, “karşıda-duran” nesne) yerine, daha çok Bestand (“el-altında-duran”, arz; hem insanları hem de cansız varlıkları içeren, kullanılacak ve tüketilecekler) olarak ele almaya başladığımızı düşünüyordu. Bkz. Martin Heidegger, “The Question Concerning Technology,” Basic Writings (ed.) David Farrell Krell, Harper & Row, 1977.
11 Bkz. Jeniffer Wallace, “The Mastery of Non-Mastery,” Los Angeles Review of Books, March 30, 2012, https://lareviewofbooks.org/article/the-mastery-of-non-mastery/ [19 Nisan 2022’de ziyaret edildi].
12 Burada Arendt’in amor mundi kavramından yararlanıyorum. Bkz. Samantha Rose Hill, “What does it mean to love the world? Hannah Arendt and Amor Mundi,” Nisan 21, 2019.